Eğitim ve öğretimde yeterlilik ve belli bir kalite düzeyi yakalayamamış olmamız, okulların açıldığı şu günlerde gündemi yeniden işgal etmeye başladı. Her öğretim yılında olduğu gibi bu yıl da sistem tartışmaları ve önerileri tartışma konusu oluyor. Bu yıl STEM modeli konuşuluyor, 5. sınıfların sadece Türkçe ve yabancı dil derslerini işleyeceklerinden bahsediliyor, artık ikili sistemin tamamen ortadan kaldırılacağı söyleniyor. Bunlar hakkında uzun uzadıya bilgi verecek değilim; zaten bu yazımızın konusu da sistemi masaya yatırmak değil. Geliştirilen materyal ve ürün çeşidine, denenen eğitim sistemlerine rağmen öğrencilerin umulan başarı düzeyine, dünya ortalamasına ulaşacak bir okuma oranına ve beklenen ahlâki olgunluğa ulaşamadıkları reddedilemeyecek bir gerçek. Gençliğimizin giderek özünden kopuk, doyumsuz, mutsuz olduğu ortada. Elbette bunun, üzerinde dikkatli şekilde durulması gereken -eğitim sistemi, nitelikli kaynak eksikliği gibi- çeşitli sebepler vardır. Ancak bize göre, adeta temel teşkil eden en önemli sebep; hayatın her alanında olması gerektiği gibi “örnek olma” konusundaki yetersizliğimizdir. Araştırmalara göre çocuklar kendilerine söyleneni değil, çevresinde gördüklerini yapıyor. Özellikle ailesi ve yakın çevresindeki kişileri modelleyerek hareket ediyor. Burada şu yalın ve çarpıcı gerçekle karşı karşıya kalıyoruz: kendimizi değiştirmediğimiz ve çocuklarımız için sağlıklı örnekler olmadığımız sürece, eğitim-öğretim faaliyetinin bir yanı hep eksik kalacak. Çocuğumuzu dünyanın en başarılı öğretmenine teslim etsek bile, o öğretmen iyi bir örnek değilse beklenen nitelikli insan düzeyini yakalamak yine hayal olacaktır. Sair unsurları bir kenara bırakıp, kitap özelinden konuya bakmaya çalışalım. Özellikle kitap okuma oranı dikkate alındığında gelişmiş ülkelerle aramızdaki fark utanç duyulacak düzeydedir. Bazı girişimlere rağmen bir türlü okuma oranı artmamaktadır. Çünkü anneler, babalar, ablalar, ağabeyler, dayılar, halalar, teyzeler, dedeler, nineler, öğretmenler, imamlar kitap okumamaktadır. Çocuğuna “Kitap oku!” uyarısında bulunan bir anne/babanın, kendileri televizyonun karşısında çakılıp kaldıkça; kardeşine “Kitap oku!” diyen bir ağabey/abla cep telefonundan, internetten başını kaldırmadıkça; öğrencisine “Kitap oku!” diyen bir öğretmen, kendisi eline kitap almadıkça bu sorunu çözmek imkânsız görünüyor. Başta da belirttiğimiz gibi çocuklar gördüğünü yapmaya meyilli bir davranış biçimi sergiliyorlar. Çocuklarımıza, gençlerimize kitap oku demek yerine, günün belli vakitlerinde elimize kitap almayı alışkanlık hâline getirsek, çocuklarımızın büyük bölümü kendiliğinden bu alışkanlığı edinecekler. Öğretmenlerinin elinde kitap gören bir öğrenci, kendisi için çok özel değeri bulunan bu insanların yaptığını yapmaya çalışacak. Bin kere ağaç dikmenin faydasını anlatmaktansa, bir kere ağaç dikmenin daha öğretici olduğunu düşünüyorum. Bu konuda Oscar Wilde “Davranışlar kelimelerden daha fazla konuşur, daha çok şey ifade eder.” derken, Seneca “Nasihatin yolu uzun, örneğin yolu kısa ve etkilidir.” tespitinde bulunmuştur. Sözün ortaya koyduğu teorik bilgiyi, örneklik ederek kalıcı hâle dönüştürmek zorundayız. Yapılan araştırmaya göre Türkiye’de toplumun yüzde biri düzenli kitap okuyor. Japonya’da bir günde basılan kitap sayısı, ülkemizde aşağı yukarı bir yılda ancak basılabiliyor. İhtiyaç listelerimizin sıralandığında kitap, ancak 235. sırada kendisine yer bulabiliyor. Gıda, eğitim, sağlık, barınma, korunma vs vs. anlıyorsunuz, ama kitabı 235. sıraya itecek kadar öncelikli ihtiyaçlarımızın neler olduğu konusunda şaşkınlık yaşamamak elde değil. Dünyamızda 235. sıraya ittiğimiz kitabın, çocuklarımızın, öğrencilerimizin ellerinden düşmemesini beklemek büyük hayalcilik olur herhalde. Türk Halkının televizyon izleme oranının yüzde 95 olduğu ve bu izleyicilerin ortalama 3,5-4 saatlerini televizyona ayırdığı tespit edilmiş. Ayrıca aylık ortalama 399 cep telefonu konuşma süresi ile Avrupa rekoru(!) kırmışlığımız var. Böyle bir ortamda halkımızın, niye kitap okumadıkları sorusuna verdikleri cevap ise trajikomik: “Zamanım yok!” Neslimizin kitap okuma ile kazanacağı bilgi, farkındalık, duyarlılık, olgunluk gibi yetileri, kendi elimizle engelleyen ve onları televizyonun, internetin, cep telefonunun sanal dünyasına hapseden biziz. Topu taca atmaya gerek yok! “Çocuğum kitap okumuyor, öğrencilere kitap okutamıyorum!” serzenişlerini bir kenara bırakıp kendimizin ne kadar okuduğuna bakmamız gerekiyor. Aksi hâlde şu ilahi mesajın muhatapları durumuna düşmüyor muyuz? “Neden yapmadığınız/yapmayacağınız şeyleri söylüyorsunuz?” (Saff/2) Yaratıcımızın peygamberlerini nasihat, akıl verici olarak değil “En güzel örnek” olarak nitelendirmesindeki ince mesajı iyi anlamamız gerekiyor, diye düşünüyorum.